Ahırın kapısını açtığında önce burnuna hayvan kokusuyla karışık nemli bir gübre kokusu geldi..gözleri içerinin karanlığına bir süre alışamadı, neden sonra bir karaltı şeklinde atın silüetini farketti..at ayağa kalkmış, sanki nerede kaldın, bugün iş yok mu, biraz gezecek miyiz der gibi ona bakıyordu..saman konulan yere baktı, önündeki samanı ve arpa karışımını yemiş, içi biraz ferahladı..korkuttun beni oğlum dedi sevecen bir sesle, at da ona bir dosta bakar gibi bakıyordu.. atın yanında bir kaç sene öncesine kadar bir de inek ve buzağısı da vardı.ama paranın gözü kör olsun, buralarda bir deyim vardır 'anayı kızından ayıran para' diye, kızlarının düğünü için para lazım olmuş, çocuklarına sütünü içirdikleri, fazla gelen sütünden yoğurt, tereyağ ve peynir bile yaptıkları sarı kızlarını yavrusuyla beraber kasaba satmak zorunda kalmışlardı.inek ve yavrusunun kasabın kamyonetine zorla bindirilişini ve kamyonet hareket ederken sarı kızın ona son bir kez dönüp bakışını uzun süre unutamamıştı..onların ahırdaki boş yerlerini görünce birden yine gözleri yaşardı..atın masrafı daha azdı, zavallı biraz saman biraz da içine karıştırılmış arpayla ömrünü geçirir, bahar ve yaz zamanlarında bağa gittiklerinde onu da otluk bir yere salarlar, orada hem temiz hava alır hem de bol bol taze ot yiyerek gerekli besinini kendisi sağlardı..arada da başka atların kokusunu alır keyifle kişnerdi..bu sene de hem at ve arabasıyla çarşıda ufak tefek işler yapıp para kazanmış, bunun yanında hafta sonlarında bağlara onun çektiği arabalarıyla gitmişler, hem de sonbaharda bağdaki üzümleri eve taşımışlar, elmaları armutları, cevizleri bademleri hep onun sayesinde arabalarıyla evlerine getirmişler, üzümleri atadan kalma olukta binlerce yıldır hiç değişmeden yapıldığı gibi çıplak ayaklarıyla ezmişler, pekmez toprağı denen beyaz bir toprakla karışık üzüm şırasını yine atadan kalma büyük kazanlarda dinlendirip sonra da tandır üzerine konmuş geniş bakır kazanlarda kaynata kaynata koyulaştırıp pekmez yapmışlar, siyah renkli akıcı pekmezi de ayrıca yumurta akıyla karıştırıp elleriyle çarpa çarpa beyaz sert pekmez haline getirmişlerdi..tabi bu işlerde ona düşen rol odun getirmek, ağır şeyleri kaldırmak, pekmez çömleklerini taşımak gibi ancak erkeklerin yapabileceği kaba ve basit işleri yapmaktı..bu açıdan önemi attan bile sonra geliyordu..asıl işleri kadınlar yapıyordu her zamanki gibi..bu kadınlar olmasa dünyanın ve erkeklerin hali nice olurdu diye düşündü..
O anda tekrar aklına karısı geldi..hemen de içine karnesi zayıflarla dolu çocukların hissettiği utanma ile karışık pişmanlık ve üzüntü hisleri doldu..kadıncağıza bir gün yüzü gösteremedim diye hayıflandı..halbuki evlenirken ne hayaller kurmuştu..karısını koluna takacak beraber sinemaya gidecekler, filmlerdeki artistlerin yaptığı gibi birbirleriyle cilveli cilveli konuşup gülüşecekler, karısı ona nazlar yapacak o da onun kalbini kazanmak için elinden geleni acemi hareketlerle yapacaktı..acaba elinden ne gelecekti şimdi bile bu konuyu tam düşünemiyor, bir şekil veremiyordu kafasında..mesela yine filmlerdeki gibi bir küçük otomobilleri olacaktı, ikisi de en güzel giysilerini giymiş sık sık birbirlerinin gözünün içine baka baka asfalt bir yolda bir yerlere gidiyor olacaklardı..şu an bile nereye doğru gidecekleriyle ilgili bir fikri yoktu..bir başka sahnede karısı oldukça ateşli geçen bir aşk gecesinin sabahında, dudaklarında mutlu bir gülümseme iziyle yatakta çıplak olarak uyurken, o erken kalkmış güzel bir kahvaltı hazırlamış ve sevgilisine kocaman gümüş bir tepsi içinde kahvaltıyı getiriyordu..başka bir zamanda ise şehire bir kaçamak yapmışlar, oradan da Ankaraya gitmişler, başkentimizin ışıklı caddelerinde kolkola mesut yürümüşler, parklarında oturmuşlar, sinemalarına tiyatrolarına gitmişler, pahalı ve lüks lokantalarında yemekler yemiş gece de en güzel otelinde kalmışlardı..Anıtkabire gidip Atamızı da ziyaret etmeyi unutmamışlardı tabi ki..buna benzer, daha çok kasabanın tek sinemasında gördüğü bir çok mesut sahneler daha..tabii bu hayallerinin hiç birisini Haticeye söyleyememişti bile..söylese acaba nasıl karşılardı ki kendisini, bilemiyordu..neredeyse otuz yıl olmuştu evleneli..ama bir türlü hayatın gündelik hay huylarından başlarını kurtarıp bir soluk almaya fırsatları olmamıştı..bu ıssız, uzak ve unutulmuş kasabada bile zaman ve çevre onları öyle bir öğütmüştü ki çarklarının arasında,ne zaman kızları olmuş, minik Ayşeleri nasıl birden büyümüş, sonra oğlan ne zaman aralarına katılmış, kocaman çocuk olmuş, üstüne askere de gitmiş gelmiş, evlenmiş, bir de kızı olmuş, borçları bir türlü denkleştiremedikleri için de iş bulmak ve para kazanmak için İstanbula gitmişti..şimdi gelin kızları ve torunlarıyla iki göz odaya sığınmışlar, oğullarından gelecek mektubu ve iyi haberleri bekleyerek günlerini geçiriyorlardı..sevgili Haticesi ne iyi bir kadındı, hayat ona ne verdiyse ona razı, yuvasını korumaya ocağını tüttürmeye çalışıyordu..bir kere daha şu kadıncağıza bir güzel gün gösteremedim diye düşünerek ahırdan dışarı doğru yürüdü..dışarıda parlak güneş ışığı sabahın bu saatinde gözünü aldı bir an..biraz daha dışarı çıkınca kapının yanında, at koşulu olmadığı için iki kolu toprağa değmiş duran arabalarının ön solunda oturmuş kendisine gülümseyerek tatlı tatlı bakan babasını gördü birden ve ne yapacağını bilemedi..dizlerinin titrediğini, gördüklerine inanamadığını hissediyordu.. babasına doğru ilerledi ve;
Ba..ba..ba.. baba! se..se..se..sen ölmemiş miydin?
diyebildi...
0 Yorumlar